Zarif bir hanımefendi geçti İstanbul’dan. Keyifli bir konserdi, ancak itiraf etmeliyim ki benim beklentim gerçekleşenin biraz daha üzerindeydi. Özellikle de internetteki tadından yenmez canlı performanslara göz attıktan sonra.
Şarkılarını sakin düzenlemelerle çaldı Feist. Kendisi de genel olarak sakindi ancak içinde başka bir kişilik daha vardı, yavaş tempoda giden birçok şarkıda dahi aralara gitarıyla sert tonlar serpiştirip seyirciyi coşturmaya çalışmaktan vazgeçmedi konser boyu. Feist’i Kings of Convenience dolayısıyla tanımış biri olarak onun bir yanının da PJ Harvey’vari bir müzisyen olduğunu hissettim dün gece.
Amiyane tabirle en baba hitlerini çalmadı bu güzel ablamız. Gatekeeper, 1234, Inside and Out ya da Mushaboom’u dinleyemedik. Ancak dünya gözüyle Feist’i de gördük, iyi de vakit geçirdik deyip evin yolunu tuttuk.
O çalmadı ama ben buraya bir Gatekeeper ekleyeyim.
Bu sene yaz tatili için uzun zamandır gitmek istediğim, gideceğimde seveceğimi hem de çok seveceğimi bildiğim Bozcaada’daydık. 5 gece 6 günlük keyifli bir hafta geçirdik. Konaklama süremizi duyan arkadaşlarımız sürenin Bozcaada için uzun olduğunu söylediler genelde, ama bu ilk seferdi, ve adayı öğrenmek, sevmek için en ideal süre buydu bence. Kaldı ki topu topu 1 haftalık izinde ikinci bir lokasyona geçme isteği yoktu içimde. Sükunet, dinginlik ve maksimum seviyede keyif istiyordum. Aradığımı bulamadım dersem yalan olur.
Bozcaada’ya gitmeden önce internette kısa bir araştırma yaptım, birkaç blog inceledim, bazı notlar aldım. Ancak netteki bilgiden çok yakın çevremden daha önce adaya gidenlerin tavsiyelerine itimat ettim. Sonuç oldukça tatminkardı.
Kabak çiçeği dolması, domates reçeli, buz gibi denizi, hayata başka bir pencereden bakan yerlileri hepsi çok ama çok güzeldi. Ancak Bozcaada deyince aklıma ilk kazıdıklarım çavuş üzümü ve şarap oldu. Tam da üzüm mevsiminde gitmişiz, eşim ile günde ortalama 1 kilo üzüm yedik. Küçükken oturduğumuz Fatih’teki esnafa kadar gelirdi çeşitli bölgelerden çavuş üzümü. Son yıllarda bulmak iyice zor oldu. Bozcaada’da ise neredeyse her köşe başında inanılmaz lezzetli çavuş üzümleri vardı, yemeye doyamadık. İstanbul’a döndükten sonra yediğim üzümden zerre keyif alamadım. Arabayla gitseydim her arkadaşıma 1 kasa alırdım sanırım. Vaktiyle Mehmet Bozcaada’dan üzüm getirmişti, ne kadar lezzetliydi derler ve bir ömür boyu kendimi hatırlatacak bir bahane üretmiş olurdum. Evet bunu cidden düşündürdü bana üzümün lezzeti. Gerisini siz tahayyül edin.
Çavuş Üzümü
Şaraba gelince. Bilenler bilir, az miktarda da olsa frankafonluğu severim. Fransız kültürü, dolayısı ile şarap her zaman ilgimi çekmiştir. Yine eş dosttan aldığımız önerilerle Çamlıbağ şaraplarına gittik adaya varır varmaz. Günbatımı turuna adımızı yazdırdık. Tüm şarapları hafiften serte giden bir sıra ile denedik. Dönerken de bir kısmı hediye bir kısmı kendimize olmak üzere 7 şişe şarap satın aldık. Otobüsle döndüğümüz için taşıması zor olsa da buna değdi.
Çamlıbağ şarapları en üst seviyede olmasa bile Türk şaraplarının kalitesini düşündüğümüzde ortalamanın bir hayli üzerinde lezzete sahip. Özellikle favori şaraplık üzümüm Cabernet Sauvignon ve adanın yerel üzümlerinden Kuntra’nın karışımı olan ve şişesini 17 TL’ye sattıkları şarap gerçekten lezizdi. 7 şişenin 3′ü bu şaraptan zaten, ve hepsini kendimize aldık
Adaya varışımızın üçüncü gününde de ilk gün isim yazdırdığımız tura katıldık. Bir traktörün römorkunda Çamlıbağ şaraplarının sahibi Haşim Yunatçı’nın şoförlüğünde adanın merkezinden üzüm bağlarına keyifli bir yolculuk yaptık.
Önce çavuş üzümlerinin olduğu bölgede kısa bir mola veriliyor. Haşim bey herkese kendi elleriyle birer salkım çavuş üzümü kesiyor. Adadaki her üzüm güzeldi ama yeşil üzümler arasında yediklerimin en lezzetlisi buydu. Sonra yolculuğa devam ediyoruz ve günbatımını tüm güzelliğiyle izleyeceğimiz bir noktaya gidiyoruz. Vardığımız yerde banklar ve sehpalar mevcut. Turun bir ücreti yok, sadece herkes birer şişe şarap alıyor. Yanında birer kutu peynir de ikram ediyorlar. Şarabınızı gün batımına karşı yudumluyorsunuz, Haşim beyle şarap üzerine sohbet ediyorsunuz. Aklıma o an gelen soruları soruyorum kendisine. Yerel üzümler dışında neden sadece Cabernet Sauvignon ve Merlot yetiştirdiklerini soruyorum mesela. Adadaki bazı diğer şarap üreticilerinin başka popüler üzüm türlerini de denediğini söylüyor. Ancak bir süre önce yapılan uluslararası bir araştırmada bu bölgede yetişmeye elverişli üzüm türlerinin tespit edildiğini ve Cabernet Sauvignon ile Merlot’nun Çanakkale çevresi için elverişli olduğu sonucunun ortaya çıktığını söylüyor. Açgözlü bir şarap üreticisi değil Haşim Yunatçı. Bu işi sevdiği için yaptığı besbelli. Bu yüzden de şarap çeşitlerini sınırlı tutuyor. Sevmediği şarabı da piyasaya sürmüyor.
Çamlıbağ Üzüm Bağları
Şarap – Peynir Kafası
Haşim bey Yunatçı ailesinin dördüncü nesil üyesi. Çocuğu yokmuş, sağ kolum dediği bir beyin çocuğunu okutuyormuş. Ona el vermiş, kendinden sonrası için aileden olmasa da bir halef belirlemiş. Keyif adamı, saatlerce sohbet edilebilecek bir insan, en azından 2-3 saatlik sohbetimizden edindiğim izlenim buydu. Bizim şaraplarımız bittiğinde kendi Blush’ından (bir çeşit pembe şarap) ikram etti. Gerçekten lezzetliydi. Hediye şarap olarak Blush almaya karar verdik bunun üzerine. Ben pek pembe şarap sevmem ama Çamlıbağ’ın Blush’ı kayda değerdi.
Haşim Yunatçı ile Sohbet
Bu tur sırasında hissettiğim bir duyguyu da paylaşmak istiyorum. Bankların olduğu noktadan biraz ileriye doğru yürüdüm. Elimde bir bardak şarap, arkamdaki insan seslerini gözardı ettim ve etraftaki sesleri dinlemeye koyuldum. Uçurumun altında bir yol vardı. Nadiren araba geçiyordu. Sakin denizin ve hafif bir rüzgarın sesinden başka hiçbir ses yoktu. Mutlak sessizlikti neredeyse. Ne hissettiğimi tam olarak ifade edemesem de huzur diye bir şey varsa bu benim o an yaşadığım şeydi sanırım. Bir gün o bölgeye yalnız gidip bütün geceyi orada geçirmek gibi bir fikir düştü aklıma. O duygunun süresini uzatmak, portatif bir masa ve sandalye atıp arabaya, sabaha kadar mutlak sessizliği dinlemeyi gerçekten çok istedim. Umarım bir gün bu çok da büyük olmayan hayali gerçekleştireceğim.
Günbatımı
Şarap ve üzüm üzerine yüklendim ama adanın buz gibi deniz suyuna değinmeden de geçemeyeceğim. Çok yüzme meraklısı bir insan değilimdir, suya girdikten 5 dakika sonra çıkmak isterim ama adanın buz gibi suyunda yarım saat bazen daha da fazla kalmayı çok sevdim. Suyun boyumu geçmesinden de çok hoşlanmazdım, ama adada derin sularda yüzmenin ne kadar keyifli bir şey olduğunu keşfettim. Bu duyguları da zihnimde Bozcaada ile özdeşleştirdim böylece.
Her şeyiyle keyifli bir 6 gündü. Süresi daha az olsa da her sene ziyaret etmeyi isteyeceğim sanırım. Hatta bazı ehl-i keyflerden adanın kışının da çok keyifli olduğunu duydum. Bu sene olmasa da ilerdeki kışlardan birinde adada vakit geçirmek güzel olur diye düşünüyorum.
Bu tatilin bende bıraktığı duyguyu özetleyen ve uzun zaman sonra yeni bir şarkıya başlamama ilham olan cümle şuydu: Bizim yaşadığımızdan başka bir hayat var.
Rumeli Hisarı’nda, ikinci köprünün sağ tarafında Çapa isimli eski bir restoran vardır, bilenler bilir. Burayı Boğaziçi’ne girdiğim sene olan 2003′te keşfetmiştim. Farklı insanlarla gittim, hep balık ekmek yedim. Çoğu zaman da paket yaptırıp karşısındaki büfeden bir bira alıp deniz kenarında bir bankta doyurdum karnımı. Abartısız, ekmek arası uskumrusu hayatımda yediğim en iyi balık ekmektir.
Dün yine yolumuz Rumeli Hisarı’na düştü. Bankta bir süre oturup üşüdükten sonra açlığında etkisiyle kendimizi Çapa’ya attık Burcu’yla. Birer balık ekmek söyledik.
Mekanın huysuz ihtiyar profilli sahibi her zamanki yerinde oturuyordu yine. Önündeki bilgisayarda bir manzara resmi açmış onu izliyordu. Boncuk isimli 15 yaşında olduğunu öğrendiğim köpeğinin üzerine titriyordu her zamanki gibi. Bütün sevgisini ona verir gibiydi. İlgilendiğimizi görünce onun türlü hallerini anlattı bize.
Sonra içeri mekanın kafasına pek de uymayan bir kadın girdi. Çevredeki lüks balık lokantalarının da etkisiyle olsa gerek “Spesiyalleriniz nelerdir?” diye sordu bizim ihtiyara. İhtiyar “bizde öyle şeyler yok hanımefendi” deyip kestirip attı. Kadın üsteledi, “Neler var peki?” gibisinden. İhtiyar da “Her gün aynı şeyler” dedi, açıklama gereği duymadan. İçten içe burası size gelmez der gibiydi.
Güldük, mekanın o kendi halinde kafasını bir kez daha sevdim.
Çapa’da hiç rakı içmedim bugüne kadar. En yakın zamanda burada bir rakı içmeye karar verdim.
Sonra ihtiyar kapı kenarında bir masaya oturdu. Önüne bir duble rakı geldi. Enginarını yedi yavaş yavaş, arada rakısını yudumladı. İmrendim o kendi halinde, umursamaz yaşantı biçimine.
Biz çıkmaya yakın köfteleri geldi bu sefer. Afiyet olsun deyip mekandan ayrıldık. Çıkarken bu yazıyı yazma kararı verip, aşağıdaki fotoğrafı çektim.